19 Mayıs 2017 Cuma

Mevlana Celaleddin Rumi - Semazen Ney - Mesnevi

Mevlana Celaleddin Rumi - Hayatı Mesnevi




Mevlana'nın asıl adı Muhammed Celaleddin'dir. Mevlana ve Rumi de, kendisine sonradan verilen isimlerdir. Efendimiz manasına gelen Mevlana ismi O'na daha genç iken, Konya'da ders okutmaya başladığı tarihlerde verilir. Bu ismi, Şemseddin-i Tebrizi ve Sultan Veled'den itibaren Mevlana'yı sevenler kullanmıştır. Rumi, Anadolu demektir. Mevlana'nın, Rumi diye tanınması, geçmis yüzyıllarda Diyar-ı Rum denilen Anadolu ülkesinin vilayeti olan Konya'da uzun müddet oturması, ömrünün büyük bir kısmının orada geçmesi ve nihayet türbesinin orada olmasındandır.

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında, bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan, Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış, Hüseyin Hatibî oğlu, Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Mümine Hatun'dur. Babası Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle, Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır.

Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Konyada Şems-i Tebrizî ile karşılaşmıştır. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştür.

  

İnsan-ı Kâmil

Mevlana’ya göre insanın evrimi henüz tamamlanmamıştır. Çünkü insan, olgun, kâmil, mükemmel olmak üzere yaratılmıştır. Kâmil olmak, bir insanın insan olarak kazanabileceği tüm mükemmel özellikleri bünyesinde barındırmasıyla ortaya çıkan, eşsiz hali ifade eder. "İnsan-ı Kâmil" ifadesi ile insanın ağırbaşlı, eşsiz ve eksiksiz olduğu belirtilmiş, en önemlisi manevi manâda yüksek bir derecede olduğu ifade edilmek istenmiştir.


Tasavvufta çokça zikredilen kâmil kelimesi, insanın tasavvufu tam manâsıyla yaşamasıyla ortaya çıkan eşsiz, dünya üzeri hali ifade eder. Ancak Ego (kişilik-bencillik) var olduğu sürece, bu niteliklere sahip olduğumuzu düşünmek tam anlamıyla kendini aldatmadır. Zira ego, kendi bencil ve ivedi yararlarının ötesini görmekten acizdir.

İnsan-ı Kâmil olmak demek, bilinen olumlu olumsuz bütün duygu, düşünce, eylem ve alışkanlıklardan vazgeçmektir. Kısaca, insan olmayı bir yana bırakıp, yerini hiç tanınmayan, hiç bilinmeyen, egodan farklı bir bilincin, oluşumun, varlığın, öz'ün benimsenmesidir. Bu değişim, insanın yüreğinde gizli olan sırrın, yani ilahi ateşin, ışığın parlamasıyla başlar. Bu mükemmel yaradılışımızdaki ilk halimizdir, bu zihnin kendisinde, beynin hücrelerinde ve bedenin atomlarında bile kendini gösteren doğal halimizdir. Vücudun hafiflediği, saydamlaştığı, perdenin kalktığı, görüşün keskinleştiği, her şeyi gören, bilen, aynı anda her yerde var olabilen mevcudiyettir.
  
  

Her insanın yüreğinde "sır" adı verilen bir şey saklıdır

İnsan bu dünyaya, bu evrene ait olmayan bir ruh yapısına sahiptir. Sufizme göre, insanın gerçek benliğini oluşturan bu ruh, bu evrene başka bir alemden, ruhlar ve melekler aleminden, derece derece inerek gelmiş, ve bu evrene, bu dünyaya ait olan beden elbisesini giyerek, görünür olmuştur. Buraya ait olmayan ruhi varlığın ana yurdunu özlemesi çok doğaldır.

Somut alemde, kendisini bedenle özdeşleştiren insanın, mala, mülke, makama, şöhrete ve saltanata duyduğu özlemin arkasında, aslında ayrılığın verdiği hasret yatar. Bu ayrılık acısı bir gün benliği, o kadar sarar, kucaklar ki, şikayetten feryat figan ağlamaya başlar. Nasıl ağlamasın ki, ayrıldığı yer Birliğin, Yüce Allahın katıdır. İşte ney, asıl vatanından ayrılan bu ruhun sembolüdür.

Ney ve Semah etkileyicidir, bambaşka bir dünyaya işaret eder, bildiğimiz, alıştığımız dünyanın ötesindeki bir gerçekliğe açılan kapıdır. Bu kapıyı aralamaya çalışalım;

‘’Bizim Gönlümüzde dönüp duran bir Sır vardır.
Yaratılan her şey o sırra bağlıdır.
Kat kat şu gökyüzü bile
Onun yüzünden dönüp duruyor.’’




Mevlana’ya ve İslam Sufizmine göre her insanın yüreğinde "sır" adı verilen bir şey saklıdır. Bu sır, Yunus Emre’nin “Bir ben vardır, bende benden içeri” dediği şeydir. Bu sırra ancak uzun çabalar ve çabalar karşılığında bağış edilen lütuf sayesinde ulaşılabilir. Klasik Yunan uygarlığında Delfi Tapınağının girişinde yazılı bulunan “Kendini Tanı” ibaresinde kastedilen de bu yürekte gizli bulunan sırrı tanımaktır. Hint felsefesi ve mistisizmi bu sırra Yüce Benlik, Gerçek Benlik, ya da "Atma" adını vermiştir. Tarih boyunca pek çok uygarlık, pek çok din, pek çok manevi öğreti ve felsefe, Musevilik ve Hıristiyanlığın batıni yönü ile, İslam sufizmi hep bu içteki bilinmeyen beni bilinir kılmakla uğraşmıştır.

Bu sırra erenler var ama dilleri bağlı. Bağlı, çünkü bilinmeyeni biliyor hale geliyorlar, ama bilinmeyeni, bilinmediği için anlatacak sözcük oluşmamış durumda. Mevlana, belki de bunun için şiir, raks ve müziği seçmişti, anlatılamayanı, anlatabilmek için. Mevlana’nın ünlü Mesnevisi de bu yüzden; “Dinle Ney’den nasıl şikayet etmekte” diye başlar.
  
  

Ney'e üflenen nefes

Ney, yanık, içli sesiyle Rabbine, ayrıldığı kamışlığa kavuşmanın özlemini dile getirir. Ruhun Tanrı katını terk etmesinden sonra, insan şekline girinceye kadar geçirdiği aşamalar, kamışın kamışlıktan koparılıp, ney şekline girinceye kadar geçirdiği aşamalara benzer.

Allah tek hücrelisinden, en karmaşık yaratığa kadar bütün varlıkları kendinden yarattı, ama sadece insana kendi ruhundan üfledi. İşte neye üflenen nefes, bunu ifade eder. Neyin içi boştur, ancak ona üfleyen birinin nefesi ile ses çıkarır. Neyin bir ucu açıkken, öbür ucu müzisyenin ağzındadır. Müzisyen, eğer insan-ı kâmil olursa, açık uçtan duyulan ses Tanrının sesi olur.

İşte insan da bu ney gibi bir alettir. Ne zaman bir insan-ı kâmil’ in, gerçek bir şeyhin eline geçerse, o zaman insan gibi insan olur, nefsinden kurtularak boşalır, Tanrı’ nın sesi, Tanrı’ nın aynası olur, yükselişe geçip, Rab’bine kavuşur. Yani evrimini tamamlar. İşte Sema töreni, İslam sufizminde Nur-u Muhammedî denen Yüce ruhun yaratılıp “Kün“ – “ol” emriyle başlayan iniş ve sonra da insan-ı kâmil olmaya doğru yükselişinin öyküsünü anlatır.

  

Tebriz’li Şems

Mevlana ellili yaşlarına geldiğinde, hayatına olgun, çok gezen, kendini peygamber yaşantısına adamış Tebriz’li Şems girer. Mistik ruhu yakalamış olan Şems, kollarını açar ve ruhunu boşluğa gönderirmiş. Vücudunu terk eden ruhunun, Tanrı’ya yaklaştığını düşünürmüş.

Mevlâna'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevi benliğinde, onun velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine mest ve coşkun bir hale gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa iterek, artık Şems'in pervanesi olmuştur. Dış alemle ilişkisini kesmiş, artık başka bir aleme dalmıştır. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve irşadında, hep onun işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize imiş.

Şems-i Tebrizî' yi en önemli yapan, Mevlana’yı evrensel bir şahsiyete dönüştürmesi ve olgunlaştırmasıdır. O olmasaydı, belki Celâleddin-i Rumî, Kübreviye şeyhi olan babası Sultanu’l-Ulema Bahâeddin Veled (ö.628/1231) gibi bir müderris olup, yerel kalacaktı. Şems, Mevlana’yı yerellikten evrenselliğe taşımıştır. Bu çalışma, Şems’in kimlik ve kişiliğinden hareketle, hem müridi, hem de mürşidi olan Mevlana’yla olan dostluk ve muhabbeti ile oluşmuştur.

Şems kendini yine dünyanın yollarına bıraktığında, Mevlana ilahi aşka adamış ünlü rubailerinin en acılarını yazmaya başlamış. Şems’e adanan Büyük Divan böyle yazılmış. Mevlana, en önemli eseri sayılan Mesnevi’yi yazarken, insanları aydınlatmayı, onlara doğru yolu göstermeyi amaçlamış.

  

Ölümden ölümsüzlüğe kanatlanış

Batıda Rumi olarak tanınan Mevlana, yaşadığı süre içersinde ne bir tarikat kurmuş, ne de semayı bu günkü kuralları içine sokmuştur. O, ancak vecde girdiği zaman, içinden geldiği gibi, hiç bir kurala uymadan döner, raks edermiş. Sema, onun için; “Göklere giden bir yol, göklere açılan bir kapı, Hayattan ölüme uçuş, ölümden ölümsüzlüğe kanatlanmaktı.”


Mevlana’nın hümanizması bildiğimiz, tanıdığımız insanın yüceltilmesi değildir. Nitekim, Mesnevi'sini okuyanlar, o’nun sıradan insanlar için, hiç de hoş sözler sarf etmediğini bilirler. O, insanları, insan olduğu ya da topluma yaptığı katkılar için değil, her birinin yüreğinde gördüğü küçük ilahi ışık için seviyordu. Mevlana için insan, yüreğinde ilahi ışığı taşıdığı ve yüreğinin aynasında Tanrı’yı yansıtabilen bir varlık olduğu için değerlidir.

“Sen ki o kutsal kitabın bir nüshasısın, Yaratılıştaki sanatın aynasısın. Ne dilersen kendinden dile, kendinde bul. Ne ararsan, işte o sensin sen.” demiştir.

Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur.

Mevlâna ölüm gününü, yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman, sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna, ölüm gününe düğün günü, veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu, dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip, ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir" demiştir.





Mevlevilik konusunda en ufak bir bilgisi olmayan kişi bile, semanın bambaşka bir dünyaya işaret ettiğini hemen sezinler. Gerçekten de Sema ve Mevlâna, bildiğimiz, alıştığımız dünyanın ötesindeki bir gerçekliğe açılan kapıdır. İşte "Mevlana ve Sema" adlı 53 dakikalık bu belgeselin amacı, sözü edilen bu kapıyı aralamaya çalışmaktır.


Yönetmen - Semra SANDER
Yapımcı - Semra SANDER
Metin Yazarı - Semra SANDER

Kamera - Yavuz TÜRKERİ
Müzik - Can ATİLLA ve Geleneksel Sema Müziği
Kurgu - Soner TUNUSLU
Danışman - Timuçin ÇEVİKOĞLU
Seslendiren - Mehmet ATAY
Fotograflar - Ozan SAĞDIÇ
Toplam süre: 53:00 dk.
Yayın Tarihi Mevlana Haftası ( 10 – 17 Aralık 2000 )
Program 2000 Yılı Türkiye Yazarlar Birliği Tv/ Belgesel ödülün aldı.

KAYNAK: TRT